7 Eylül 2013 Cumartesi

Şarap Satın Alırken

Süpermarkette şarap rafları önünde saatlerce durup ,seçim yapamadığı için bunalmamış olanımız yoktur. Şarabı ne kadar iyi  biliyor olmanız bu gerçeği ne yazık ki çoğu zaman değiştirmiyor. Peki tadı güzel olan veya akşamki yemekğe uyum sağlayacak şarabı nasıl sececeğiz?

Bunun için bir kaç detayın ne ifade ettiğini bilmek yararlı olacaktır. 
Californiya , Güney Afrika ,İspanya ,Güney italya ya da Güney Fransa gibi sıcak iklimlerden gelen şaraplar olgun , yüksek meyveli , orta asitli ve yüksek alkollüdür.
Kuzey, Fransa , Almanya gibi soğuk iklim ülkeleri daha hafif gövdeli , fresh meyve aromalı , canlı asiditeli ve daha az alkol gücünde şaraplar üretirler. Genel olarak değerlendirecek olursak Amerika , Avutralya ve Güney Afrika gibi yeni dünya ülkeleri şaraplarını kadehi burnunuza götürürken hissedeceğiniz derecede belirgin meyve aromalı yaparlar. Eski Dünya nın şarapları istisnalar dışında daha ölçülüdür. 
Yemeğin yanına şarap seçerken kullanılacak olan altın kural şudur: yemek ne kadar güçlüyse yanına daha sıcak şarap bölgelerinden şaraplar seçilmelidir. Yavaş pişirilmiş ya da kavrulmuş etler yanında güney Avrupa dan şaraplar isterken ; buharda pişmiş balıklar daha soğuk olan Almanyadan canlı ve taze bir şaraba ihtiyaç duyar.

Bütün bu kurallar ucuz şarap alırken baya kafa karıştıracaktır. O nedenle öncelik, şarabın harikalar yaratacağını beklemeden , lezzetli ve temiz şarap seçmek olmalıdır. Çoğu iyi şarap firmasının tutarlı ve yıldan yıla çok fazla değişmeyen şaraplarını bulabilirsiniz. Güvenilir olarak belirlediğiniz bir markanın başka çeşit ürünlerini denediğinizde aynı güveni size verecektir.

Eğer daha özel, kişisel şarapları seven ve tercih eden biriyseniz sizin zevkinize göre seçim yapan bir uzmandan fikir alabilirsiniz. 

Alacağınız şaraba karar verdikten sonra şarabın fiziksel muayenesi çok önemlidir. Şişenin dışına şarap çıkmadığından ve şişenin içine oksijen girmediğinden emin olmak gerekir. Bunun için mantarın şişenin ucu ile hemen hemen aynı hizada olması ve şişenin kapsülünün şişenin ucu etrafında dönüyor olması gerekir.
Mantarın geçirgenliği unutulmadan şarap alırken temiz şişe nin tercih edilmesi gereklidir. Doğru şartlarda saklanıldığından emin olmak için direk güneş ışığ görmeyen şişeleri tercih etmek güvenli olacaktır.

GÜZEL ŞARAP / What is Good Wine ?


                                  
       Güzel şarap her şeyden önce "Hatasız Şarap" demektir. .Bunun anlamı şarapta mantar kusuru olan buşone ya da hava ile temastan kaynaklanan oksidasyon gibi kimyasal reaksiyonların oluşmaması veya lahana , çürümüş yumurta , sardunya yaprağı , aseton gibi istemeyen kokuların barınmamasıdır. Sonrası ise tamamen şarabın dengesi ile ilgilidir. Eğer hafif gövdeli bir şarabın alkol oranı aşırı derecede yüksekse , bu tüm şarabın önüne geçecektir. Ya da yıllandırılmış şaraplardaki odun tadı gibi baskın bir aromanın hakimiyeti şarabın tadını nasıl olumsuz etkiliyorsa ;kaba tanen ve keskin asitte şarabın olgunlaşmamış üzümden yapıldığına işaret eder ve tadı oldukça olumsuz etkiler.
Şarabı yudumladıktan sonra damakta kalan tadın zamanlama olarak uzunluğu da şarabın kalitesi için çok önemli bir göstergedir. 
Damakta maksimum 15 saniyeye kadar tutunan şarap sofra şarabı olarak adlandırılabilirken, 15-45 sn arasında tutunan şaraplar orta uzunlukta olup 5 veya 8 seneden önce içilmesi gereken şaraplardır. damakta 45 saniyenin üstünde tutunan şaraplar kaliteli şaraplardır ve  bu süre şarabın yıllandırma kapasitesinin olduğuna işaret eder. 

Bu durum yan yana tadılan standart bir Burgundy ve Grand Cru ile örneklenebilir. Tadılan Grand Cru damağı kalıcı bir lezzetle dolduracaktır. Lezzet ve aromanın yoğunluğu da kaliteye işaret eder. Yüksek verimli bağların üzümlerinden elde edillen çoğu düz şarap daha az belirgin aromalara sahipken , aroma açısıdan daha kosantre şaraplar verimi bilerek düşürülmüş bağların meyvelerinden yapılır .Aromatik çeşitlilik kalitenin başka bir belirtisidir. Burgundy e geri dönecek olursak ; bir Gand Cru de iç içe geçmiş , yoğun bir çok aroma çok yönlü bi şarap oluştururken , yine Burgundy de üretilmiş bir sofra şarabı burunda ve damakta daha az kompleks ve tek yönlü olacaktır.

Şarabın kapasitesi ve kalitesi şarabın yapıldığı üzümün ve bölgenin özellikleri ile degerlendirilir.Örneğin Fransa Loire dan gelen bir Sauvignon Blanc  Yeni Zelanda Malborough tan gelen örnekten farklı olacaktır. Bunun yanı sıra dünyanın iki ayrı ucundan gelen  seri üretilmiş, basit ve düşük kaliteli iki Merlot nun aynı tekdüze tada sahip olması kaçınılmazdır hatta  ikisini birbirinden ayırmak da o derece zordur.

Tüm anlatılanların üstüne tek bir son cümle ile şöyle bağlayabiliriz ;Şarabın kalitesi : içicisinin kendine özgün tadım hafızasına ve içtiği şarabı ne kadar "iyi şarap " olarak gördüğüne bağlıdır.

ŞARAP / What is wine ?

Şarap,Avrupa Birliği ne göre , yeni bozulmuş bağdan gelen  üzümün suyunun fermente edilmesi ile yapılan alkollü içkidir. Şarap kelimesinin tek başına kullanılması fermente edilen meyvenin üzüm  olduğu anlamına gelmektedir. Başka meyvelerin fermentesi ile yapılan içkilerin isimlerini şarap kelimesinin önüne koyarak belirtmek gerekir. " böğürtlen şarabı " gibi.En sevdiğim şarap Şirince şarabı derken bu bilgiyi aklınıza getirmeniz şiddetle tavsiye edilir.

Şaraba karakteristiğini veren bileşenler temel olarak üzümün kendi genetiği sayesinde oluşur.Bunun dışında maya sayesinde fermantasyonda oluştuğu gibi meşe fıçılarda olgunlaştırılması sırasında da çeşitli bişenlerin tepkimesi nedeni ile şarabın karakteristiği  ortaya çıkar.

Şarabın %90 ı sudur. Mayaların, fermantasyon sırasında  şekeri alkole dönüştürebildikleri maksimum oran %15 alkol oranıdır. Port gibi alkol ile güçlendirilmiş örneklerde dışardan alkol eklenmesi ile bu oran %20 lere kadar çıkabilir. Şarap içtiken sonra hissedilen sıcaklık hissini veren madde alkoldür aynı zamanda şarabın ağrlığını arttırdığı gibi tanenin ve asidin algılanışını yumşatır. Eğer şarap tamamen fermente edilmemişse içinde bir miktar rezidüel şeker barındırır.

Asit litrede 5 ile 10 gram arasında bulunur ve oranı tamamen üzümün yetiştirildiği iklim ile bağlantılıdır.Asiditesi düşük şarapların rengi soluk ,tadı gevşektir ve mikrobiel olarak korunmasızdır.

Tanenler ve antisiyoninler , fenol olarak bilinen bileşenlerdendir. Antisiyonin şaraba kırmızı rengini verirken tanen de yapı ve gövde verir aynı zamanda oksidasyona karşı korur.Kanser ve kalp krizi riskini düşürdükleri bilindiği için, insan bedeni bu maddelerden antioksidan olarak yararlanır . Kırmızı şaraplar litreye 4 gr fenol içerirken beyaz şaraplar litrede sadece 0,5 gr fenol içerirler. Sağlık için günde bir kadeh içilmesi tavsiye edilen şarabın kırmızı olmasının nedeni içerdiği fenollerin beyaz şaraba oranla çok daha fazla olmasıdır. 

Resveratrol başlıca kırmızı şarapta bulunur , üzüm kabuğunda böcek ve mantar saldırısı riskine karşı koruyucu ajan olarak üretilir. Resveratrol antioksidan olduğu  ve  genetik mutasyonu önlediği için ,anti-kanserojik özellikleri vardır. Dünya da en etkili olarak bilinen bu antioksidanın gıda takviyesi olarak alınması da mümkündür.

Aromatic bileşikler her türlü kimyasal maddeleri kapatırlar.Şarabın lezzeti çiçek , meyve ya da bitki  gibi olabilir. Bazı aromalar fermentasyon ya da yıllandırma sırasında oluşur. Aromalar genelde şekere bağlıdır , bu nedenle sadece fermentasyon sırasında ortaya çıkabilirler. Bu durum şarabın neden üzüm meyvesinden farklı koktuğunu açıklayan sebeptir.

Litre ye 1.5 gr civarı bulunan Potasyum şarabın içindeki en önemli mineraldir. Gliserol fermantasyon sırasında şekerden üretilen yan üründür aynı zamanda şaraba kadehteki göz yaşlarını verir.

                                            

8 Mayıs 2013 Çarşamba

"SÜRPRİZ" by İkinci Kat

Kendimi tiyatro dışında hiç bir sosyal aktiviteden zevk almayan , fanatik bir ruh hastası biri gibi hissetmeye başladım. Oyun izleme sayımız haftada 5 e çıkınca, diğer 2 günde kaçırdığımız oyunlar yüzünden hayıflanınca başka türlüsünü düşünmek imkansız...

D22 de "Bent" i , Sahne Hal de Ekip in muhteşem "Largo deSolato" sunu , Asmalı Sahne nin "Kurabiye Ev"ini izledikten sonra soluğu yine ikinci Kat ta aldık. Taptaze oyunları "Sürpriz"i izlemek için. 


 Oyunu Şizofren bir kızın son zaman halleri diye anlatınca tüm büyü bozuluyor gözümde .çünkü içinde güzel detaylar barındıran , eğlenceli bir oyun "Sürpriz".. Hatta çok güzel oyuncularla sarılmış , günlük hayattan detaylarla bezeli diye de özetlenebilir.. Ama öyle bir oyuncu var ki sahnede hem karakterinin hakkını sonuna kadar veriyor, hem harika vücudu ile hayran bırakıyor, hem samimiyeti ile oyunun içine çekiyor , hem de ayakta alkışlatıyor. Nejla karakterinin vücud bulduğu Defne Halman dan bahsediyorm.

Oyundan çıkar çıkmaz kendimi "kim bu kadın Allah aşkına" die oyunu "google"larken buldum. Okuduklarım beni pek şaşırtmadı. Mesela eski kültür bakanlarmızdan Talat Halman ın kızı oluşu, yurt dışında doğmuş ve büyümüş olması, bir dönem bale ile uğraşmış olması .... Bu kadar başarılı olmasının altında hayattan çokça beslenmiş olmasının yattığı su götürmez bir gerçek... Tüm oyun boyunca kılıktan kılığa , renkten renge girerken , uzun sopaların üstünde izleyenleri büyülerken , mimikleri ile kendine hayran bırakırken....

Oyunun yönetmeni ve yazarı  Sami Berat Marçalı. Daha önce yazdığı ve yönettiği başka oyunlarını da izlediğim Marçalı nın yönetmenliği beni çok büyülüyor..Bu kadar genç yaşta bu kadar güzel işler başaran biri hakkında elim olumsuz yazmaya gitmiyor ama yazdığı oyunlarda ki durmalar kalkmaların ritimimi biraz düşürüyor .. Senaryolarını Ne kadar eleştirsem de alkışımın çoğu O'na. Allah bileğine güç versin , yazmaya , üretmeye, yönetmeye devam etsin , hikayelerinden keyif almaya devam edelim :))) Yönettiği ve benim defalarca izlediğim Disosya gibi  oyunlar izleyelim :)))

 
"Sami Berat Marçalı"

İkinci kat ın tüm oyunlarından başka başka , farklı hislerle çıktım hep... İyi ki varlar , iyi ki üretiyorlar , iyi ki bildiklerini okuyorlar , iyi ki emek harcamaktan yana hep bonkörler....

"Sürpriz" in dekoruna ve ışık kurgusuna bayıldım. Evimizin salonu kadar yere hem ofis sahnesini hem evi hemde hayaller alemini çok güzel yerleştirmişler. Ofis odasının ev dekoru ile zekice ayrılması , kapanan perdenin başka bir dünyaya geçiş olması çok zekice .

Müge karakterini tüm oyun boyunca enerjisi bir dk bile düşmeyen Seda Türkmen canlandırıyor. Müge sevgilisi ile didişirken , iş yerinde saçmalarken, barda sarhoş olurken , hayal dünyasında yarattığı Nejla ile farklı serüvenlere koşarken bir sürü yoğun duygu teğet geçiyor sağımızdan solumuzdan.

Diğer oyunculardan biri de Iraz Yöntem. Usta oyuncu Selçuk Yöntem in kızı , olsada ben "Parmaklıklar Ardında" dizisinde ki arıza çirkin karakterle hatırlıyorum kendisini. Sanki dizideki kız buharlaşmış yerine gayet hoş , çekici biri olarak dönüş yapmış. Oyundaki enerjisini çok sevdim.

Oyunun dördüncüsü Aziz Caner İnan dan bahsetmeden olmaz. Mutlu eden havası ve samimi halleri ile Disosya da çok sevdirmişti kendini. Sürpriz de agresif olsa da halleri , samimiyeti ile yine oyunun içine alıyor. 

Kısacası Ben çok sevdim oyunu ....

"Sürpriz" İkinci Kat ta , İkinci Kat İstiklal de:) 



25 Nisan 2013 Perşembe

İkinci Kat Oyunları ... Disosya ,Aut , Barselo , Korku Tüneli, Yanlızlar Kulübü


Anladımki sevdiğim ve çevremdeki herkesin gitmesi için başının etini yediğim oyunlara, defalarca gitmek istiyorum. Her sezon 1 ya da 2 tane böyle oyuna denk geliyorum . Bu sezon da es geçmedim ve DİSOSYA beni dünyasında uzun zaman boyunca misafir eden ikinci oyun oldu. 

İkinciKat oyunları ile ilgili SPOILER içeren bilgiler yazıcam aşağıda. Ben hiç birşey okumadan ve bilmeden oyun ya da film izlemeyi sevenlerdenim. Sizde öyleysniz, kısa yoldan dönün ve blogumun bu yazısını okumayın.

İkinciKat Tiyatro ile tanışmam "AUT" sayesinde oldu. Dayak yemiş gibi çıktım oyundan. Hem kurgunun zorlayıcılığı hem gözümün önünde patlayan suratlar, kanrevan olan sahne ile, "Psikopat ın Allahı" imajı çizen , "in yer face" in kralı bi oyundu "AUT". Eve nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Oyundan çıktıktan sonra yürüyemiyordum, ellerim buz, midem karıncalıydı. Bu şekilde şaşırmış hissini çok az şey verebilir insana hayatta.Sevdiğim hadiselerden biri olan tiyatronun izleyicisi olarak böyle hisler yaşamak güzel bir ayrıntı .Oyunun bana yaşattığı başka başka ,güzel ayrıntılar daha  var ..... Ama o da bana kalsın :)





"AUT"


İkinci "İkinci Kat" oyunum , kuzenimin oynadığı "Barselo"idi. Oyun, konusu değiştirilmiş "AUT" ayarındaydı. Zaten iki oyunun yazarı da Alper Kul. Polly karakteri nin dansı , ve başına gelenler dışında sırf Lapa ve Yael in son sahnesi için izlemeye değer bir oyun.Oyunu izledikten sonra bi süre Yael şivesinde kaldım :))) harika striptiz dansı yapan Polly ,Elit in kusursuz vücudunda çok güzel hayat bulmuştu. Hem ailemizin genetiğii le hemde kuzenin boru dansındaki başarısı ile gurur duydum.




"Barselo"


Üçüncü"İkinci Kat" oyunum "Korku Tüneli" ydi. Üstüne çok fazla söyleyecek bişey bulamıyorum. Murat Mahmut Yazıcıoğlu nun son sahnedeki tiradı ve Ushan Çakır la uyumları oyunu izlemek için neden olabilir. 

Oyunları , oyundaki en ünlü oyuncudan yola çıkarak anlatmanın kabalık olmadığını düşünerek Hasibe Eren li "Yanlızlar Kulübü" nden de biraz bahsetme isterim. Oyun ritmi ve bahsettiği hayatların çok yakınlarımızda olması ile hepimizi içine çekti.İzleyen herkes kendinden çok fazla şeyler buldu.Oyunun yazarı ve yönetmeni Sami Berat Marçalı reji , dramaturgi , kurgu, dekor ve ışıkta yine farktı köşeye yatırıyor izleyenleri  Son dönem ödüllerin hepsini toplayan Pınar Çağlar Gençtürk ve oyunculuğundaki farklılık ile hafizalara kazanan  Bedir Bedir benim uzun süre takip edeceğim oyuncular olarak aklıma kazındı.
"Hayatın ritmi"ni bulma çabasındaki öğrenciler ve kendi bulduğu yöntem ile 20 ders ile bunu anlatmaya çalışan hafif çatlak bir eğitmen ... Tüm karakterler kurgunun çığlığinı son ses haykırırken birbirlerine pas vermekten de geri kalmıyorlar.En çok oyunun sürekli değişen ritmini  ve Hasibe Eren in bende bıraktığı enerjiyi  sevdim:) 



Veeeeeeebu sezonun en güzel keşfi DİSOSYA :))))
Oyundan çıktıktan sonra kendimi oyunla ilgili her detayı araştırırken buldum.Oyunculardan , oyunun yazarına, müzikten , bahsedilen hastalığın detaylarına kadar herşeyi öğrenmek ikinci kat a ve , emeği geçen herkese daha da yakınlaştırdı beni.
Oyunda depresyondaki Lisa yı izlerken kendinden birşeyler bulmayacak olan çok azdır.Öyle ya da böyle girdiğimiz depresyon aleminde az çok oyundakine benzer kurgumuz olmuştur.
Oyunun yazarı Antony Neilson da geçirdiği sorunluğu gençliğin nimetlerini yansıtarak yazmış oyunu. Pazertesi günü Sadri Alışık ödül törenlerinde en iyi kadın oyuncu ödülünü başka bir oyundaki perfomansı ile alan Pınar Çağlar Gençtürk, doğal oynarken de inandırıcı olunabileceğini kalbimize kalbimize sokan ve şaheser yaratan İpek Banu Kılar, etkileyici sesi ile girdiği rolun hakkının fazlasını veren Güçlü Yalçıner sayesinde farklı bir deneyim ile ayrılınılıyor oyundan.  

Lisa hastane odasından çıkıp türlü türlü yerlere giderken, garip garip insanlarla karşılaşırken izleyen herkesi sürüklüyor peşinden.günahları , günah keçileri , korkuları , yemin alıcıları , kayıp eşya bürosu, Freud teoremleri, güvensizlik görevlileri ile karşılaşması, ile her an bir şölene dönüşüyor. Ben o şölenden çok etkilendim , mutlu mesut izledim . Lisa küçük yaşta babasının tecavüzüne uğramış ve bunun sonucu kaybettiği bir saatlik zaman dilimi için karmaşaya düşmüş bir kız. Tüm bunları derin bir psikolojik kurguyla anlatan metin, oyunun başından sonuna kadar şaşırtmayı çok iyi beceriyor

Bütün bu detayların altında Disosya asla sıkıcı olmayan hatta bayaaaa güldüren eğlendiren , harika şarkıların ve dansların sergilendiği unutulmaz bir oyun. O kadar sevdim ki oyundaki şarkılar, İkinci Kat oyun müziklerinin bir albümde toplanabileceği fikrini oyuncularla bile paylaştım. 

DİSOSYA ya gidin gidin gidin gidin :))))) 

Bu sezon sonunda oyun kalkabilir :( 

Pek inedir Lisa yı yepyeni bir dünya ya yollayan bu Dissosiyatif Bozukluklar?

Dissosiyasyon; kimlik, bellek, algı ve çevre ile ilgili duyumlar gibi normalde bir bütün halinde çalışan işlevlerin bütünlüğünün bozulmasıdır. Diğer bir niteliği de, davranışların bireyin normal davranış biçiminden ayrılarak bağımsız bir şekilde tek başına işlev görmesidir.
Dissosiyasyon çoğunlukla travmaya karşıbir savunma düzeneği olarak ortaya çıkar. Travma karşında oluşan dissosiyasyoniki işlevi yerine getirir: travmadan kaçmayı sağlarken, aynı zamanda, yaşamın geri kalan bölümünde travmanın yer etmesindeki zorunlu işleyişi degeciktirir.(bilgi http://www.aktuelpsikoloji.com)


6 Nisan 2013 Cumartesi

İyi ki....

Allah'ın şanslı kulu olmak gibi 1şey....
Yanında mutlu uyandığın....
Günaydınındaki o güzel gülümseme.....
Tatlı yorgunluğunun nedeni....
Okumak için sabırsızlandığın....
Enerjisine hayran kaldığın.....
Pozitifliğinde kaybolup gitmek istediğin....
Dinlemek için can attığın....
İzlemek için koşmak zorunda kaldığın....
Kokmak için çaba sarf ettiğin ....
Ummadığın anda duyduğun...
Görsünler diye kıtalar aştığın....
Görmek için planlar yaptığın....
Hayallere dalmak için neden bulduğun....
Uğruna dua ettiğin....
Olsun diye çabaladığın....
Dokunabilmek için sabırla beklediğin...
Kelimelerine büyülendiğin...
Numarasını her seferinde tek tek tuşladığın .....
Fallara konu olan .....
Her neyse anının meşguliyeti , her neyse gündemini her daim taze tutan, işte seni mutlu eden o , seni sen yapan , seni farklı kılan , özel hissettiren...

5 Nisan 2013 Cuma

Zadie Smith ten On Maddelik Liste

"İnci Gibi Dişler" romanından sonra çok sevdim Zadie Smith i :))) okumaya az zaman ayırmaya başladığım dönemler açıyorum bu on maddeyi okuyorum ve "daha az teknoloji daha çok sayfalar" demeye başlıyorum
Dua etmek , yoga, konuşmak ve yazmak hayattaki en özel terapilerim. Bunlardan yazmak ise kimseyi dahil etmeyeceğim özel dünyamın içindeki gizli bahçem . Ne kadar çok okursam o kadar çok yazabilirim gibi geliyor.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Zadie_Smith

İşte Zadie Smith'in on maddelik listesi:

1. Henüz çocukken çok kitap okuyun. Okumaya yaptığınız diğer şeylerden daha fazla zaman ayırın.

2. Büyüdüğünüz zamansa kendi yazdıklarınızı bir yabancı, daha iyisi bir düşman gibi okuyun.

3. “Bir yazar olarak misyonunuz”u abartmayın. “Yazara göre bir hayat tarzı” diye bir şey yoktur. Güzel cümleler yazabiliyor ya da yazamıyorsunuzdur. Önemi olan tek şey yazdıklarınızdır.

4. Zayıflıklarınıza dikkat edin. Kendinize yapamadığınız şeylerin yapmaya değmez oldukları yalanını söylemeyin. Kendinizden duyduğunuz kuşkunun üzerini bu tür bir küçümsemeyle örtmeyin.

5. Yazmakla yazdıklarınızı düzeltmek arasında yeteri kadar bir zaman bırakın.

6. Hiziplerden, çetelerden, fan gruplarından sakının. Bir kalabalığın varlığı daha iyi yazmanızı sağlamaz.

7. İnternete bağlı olmayan bir bilgisayarda çalışın.

8. Yazma zamanınız ve mekanınızı koruyun. Herkesi, en değer verdiğiniz insanları bile o zaman ve mekandan uzak tutun.

9. Ödülleri başarıyla karıştırmayın.

10. Hangi örtüyü kaldırmak gerekirse gereksin mutlaka hakikati anlatın. Kendinizi hiçbir zaman tatmin olamamanın getireceği yaşam boyu hüzne hazırlayın.

3 Nisan 2013 Çarşamba

HaPPy MoDe On :)


Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum ? Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar???

2 Nisan 2013 Salı

"BAŞIM"A GELEN EN GÜZEL ŞEY : Rinoplasti

Hiç bir şeyi unutmak istemiyorum diye iddialı cümleler kurarken ....
Ne çabuk unutabildiğimizi gözlemlerken ....
Yazılan notlar, tutulan günlükler hep darmadumanken...
Blog umu tekrar aktif hale getirdim.
Ve unutmak istemediğim her detayı yazmaya karar verdim .
Burda yazılanlar önce benim için sonra.........................................

Şu aralar unutmak isteyip ama bir yandan da her detayın çok önemli olmasından dolayı kayıt altına alınması gereken günler yaşıyorum.


HASTANE YOLLARI TAŞTAN
22 Mart Cuma günü sabah saatlerinde burun ameliyatı olmak için hastaneye giriş yaptık. Büyük oranda doktorum sonra annem ve babam sayesinde diş çektirmeye gider gibi girdim hastanedeki odama :)
Son derece güler yüzlü ve ilgili Esteworld personeli sayesinde azıcık heyecanımda uçup gitti.
Ameliyat kıyafetlerini giyip üstümdeki tüm takılarım çıkrdıktan sonra önce sözleşmeyi imzaladım sonra sedyeye yatıp ilk yatıştırıcı aldım.

4 saat sonra uyanana kadar dünya nın stop tuşuna basılmıştı benim için. Çok güzel uyandığım dışında, uyandıktan sonraki 3 saate kadar  hatırladığım hersey hayal gibi.

Doktorumum kontrolünden sonra aslında ameliyat sonrasındaki ilk 24 saatin, sonra takip edem 48 saatin ve onu takip eden 1 haftanın ne kadar önemli olduğunu . Burnumu korumam için extra extra çok fazla özen göstermem gerektiğini öğrendim.

AMELİYAT SONRASI İLK 72 SAAT
Ameliyatın ertesi sabahına kadar şişecek ve moraracak gözlerim için her yarım satte 15 dk buz kompresi , kan akışının hızlanması ve yüzde oluşan ödemin dağılması için saatte bir defa 10 dk yürüyüş ve bol su tüketimi  bakımın ilk etabıydı. Narkozun etisinden tam çıkamamışken her denileni harfiyen yerine getirdim . Buz kompresine ve yürüyüşe devamındaki 48 saat boyunca da devam ettim. Bu sayede Cumartesi sabah en kötü görünümümü yaşamışken , ödemlerim Pazartesi tamponlar çıkana kadar bayaaaa inmişti. Bu arada aldığım antibiyotiğin bunda etkisi var mı bilmiyorum. 500 lük Augumentin dışında , ağrı kesici ve hapşırmayı önleyici ilaç verdi doktorum. Ayrıca tamponlar çıktıktan sonra sık sık kullanmam gereken deniz suyu ve günde 3 defa uygulamam gereken deri pomadı da yazdı reçeteye.

TAMPONLAR ÇIKIYOR
Daha önce ameliyat olmuş bir kaç kişiden  bu ameliyatın sürecinin en zor kısmının tamponların çıkışı olduğunu dinledim. Ama doktorum  Hakan Gence sayesinde hiç anlatılanlar gibi bir hikaye yaşamadım. Eli çok hafif  olduğu için tamponları çıkarması da , ameliyat sonrası gibi ağrısız ve sızısız geçti.

Sızı demişken , tedavi süreci beni biraz hassas yapmış olacak ki burun estetiği konusunda yersiz yapılan  , densiz bir iki  konuşma yüzünden kendimi ağlarken buldum :( iste o an "burnunun direği sızlamak" ne demek anlamış oldum. Konuyu unutup ağladığım için burnumun direği sızladı , sızladığı için ağladım , ağladıkça daha çok sızlamaya başladı. Bu kısır döngüden bir süre sonra olduğum yerde uykuya dalarak kurtuldum.

2 saatte bir iki burnuma sıkacağım deniz suyu ve günde 3 defa kullanacağım Thiocilline Antibiyotikli deri pomadı sayesinde burunumun içi hızla eski haline dönecek. Tamponların çıktığı gün çok fazla akıntım oldu ama ertesi gün akıntı nerdeyse tamamen durdu. Yüzümdeki şişlikler ve morarmalar ameliyatın 5 . Gününde belirgin bir şekilde azalmıştı.

BURNUMDAKİ ALÇIYA ELVEDA 
Ameliyat olduğum günü 1. Gün olarak kabul edersek 6 . Gün Burnumun üstündeki alçı çıktı yerine , yine benzer sertlikte ve görünüşte atel takıldı. 10.güne kadar kalacak bu atel ile birlikte  2 saatte 1 denizsuyu ve günde 3 kere pomad a devam.

YENİ BURNUMLA İLK İŞ GÜNÜ
Ameliyatın 10. gününde burnumun üstündeki herşeye veda ettim. En önemli uğraşımız burnumun bakımını son derece kusursuz ve doktorumun istediği gibi yapmak. Sağ delikteki ödemden dolayı kulak temizleme çubuğuna sürdüğüm pomadı arkalara ittirmek biraz acılı oluyor ama yapışma olmaması için o ilaç o ödemden geçecek ve en arkalara kadar gidecek.

Ameliyatın 11. gününde ilk kez gözümün altındaki morlukları kapattım, makyaj yaptım ve şık şıkıdım giyinip geldim ofise. Ne burnumdaki ödemden ne gözümdeki morluklardan kimse bişey anlamadı. tabiki bunda doktorumun çok doğal yeni bir burun armağan etmesininde payı var.

Bir kaç ay içinde oturacak yeni görüntümü sonraki senelere taşıyabilmek için çok dikkatli olmam gerekecek. 1 sen boyunca güneş gözlüğü ve direk güneş yok. Yüz üstü yada burnumun üstüne yatmak asla kabul edilemez. Sümkürmek yok ama içime çekebilirim. Ben de kendi adıma bi kaç önlem aldım. Erken yatıp erken kalkmaya çalışıyorum. Alkol tüketmiyorum ki ödemlerim daha hızlı geçsin.

Bu arada hastane den tabiki Penelope Cruz gibi çıkmadım ama burnum onun burnundan çok daha güzel oldu :)))))



8 Mart 2013 Cuma

MIND THE GAP

Gece 5 te yatıp sabah 8 de kalkmış halimle çok çok çok çok şeker geldim dükkana :) Sabah kalkıp omuzlarından öpmeli uyandım...Günün enerjisini öyle aldım. . Ayrıca,Alka - Seltzer ı yatmadan önce içmiş olmanın ruhuma ve bedenine güvenli haliyle bilgisayarın başına oturdum,Kulaklarımda "MIND THE GAP" cümlesiyle.

Rüyamda ne gördüm hiç hatırlamıyorum ama belliki çok özlediğim Londra sokaklarında huzur dolmuştım tüm gece.Belki Embankment ta metrodan inmiştim Gordon's Wine Bar da ucuz şarap içerken okul arkadaşlarımla kıkırdamış. Portobello dan mis kokulu home made parfümlerden alıp,ordan Angel a yeni açılan galerilere gitmiş , yine uzun uzun hiç yorulmadan yürümüştüm. Kulağımda anısına itafen Amy Winehouse ile...Öyle yada böyle , gitmeli yada kalmalı çok iyi gelmişti demek ki.

 Amy Winehouse - You Know I'm No Good

Öğlene kadar bitmesi gereken herşeye birer kere dokunduktan sonra yan dükkandan gelen bangır bangır Yıldız Tilbe ile Youtube e sığındım. Tek amacım aynı bangır bandırlıkla Beirut dinleyip yaz havası solumaktı. Fakat kendime geldiğimde iş işten çoktan geçmişti. Arka arkaya Sıla "Zor sevdiğimden" , Halil Sezai "Yangın Var" , Mehmet Erdem "Herşey Aynı Hayatta" , Düş Sokağı Sakinleri "Ölümler Çıplak Gelir"  dilemiştim bile .
Nasıl oldu? , neden oldu? , niye oldu?  olmasa mıydı?, iyiki olmuş muydu? işte orası bi gizem bi muamma hala....

Kendi ana dilimin yarattığı çağrışımlarla MIND THE GAP e takıldım kaldım birkere daha. Bence boşluklar ve o boşlukları doldurma çabasıyla yaşıyoruz .  O boşluklar, Dolmalı mı dolmamalı mı ?  yoksa olduğu gibi kalmalı mı? Ama ben benim farkında olmazsam , ben olamam ki ;)

Bülent Ortaçgil & Teoman | Olmalı Mı Olmamalı Mı @YouTube

bizi biz yapan boşluklar işte ,
hatta
boşluklarları doldurma şeklimiz,
boşluklarla başediş hallerimiz,
boşluklarımızı sevme ve benimsemelerimiz,
boşluk  kararlarımızı yeni fırsatlar için vermemiz,
boşlukları nasılda cool yok edişlerimiz.

6 Mart 2013 Çarşamba


Alice : No one will ever love you as much as I do. Why isn't love enough?
Closer(2004)

4 Mart 2013 Pazartesi

Canım OKSİTOSİNim :)

Kadınların en ufacık ten temasından sonra bağlanmasının nedeni nedir? Erkekler daha çok mu aldatır? Mutluluğun bir molekülü var mı ? İnsanlar iyi ve kötü diye ayırılır mı? Beynimiz oksitosin ile dolup taşarken neler hissediyor? Güven duyduğumuz insanlara karşı tüm engelleri neden kaldırırız?Bir hormon düşünün ki bütün ahlaki değerlerin kilidini açabilsin !!!!

Canım OKSİTOSİNİM :)

Oksitosin kadın üreme hormanlarından biri , salımının arttığı durumlara dayanarak doğum veya SARILMA hormonu diyenler de var.Özellikle sarılma gibi samimi fiziksel yakınlaşmalarda artıyor.Sevgilinizle , annenizle yada çocuğunuzla sarıldığınız andan itibaren artarak sizi ısıtmaya başlıyor. Annelerin süt verirken hissettiği yakınlık , sıcaklık ve sukunet halini de oksitosin sağlıyor. Süt alışını ve doğumu kontrol ediyor ,geçici ama rahatlatıcı bir his veriyor. Kadınlarda erkeklerden daha çok bulunuyor. Kadınların tek gecelik ilişkilerden sonra  bile yoğun  bağlanma ve güven duygusu hissetmesinin nedeni , SEKS esnasınta artıyor olması. Erkeklerde ise durum farklı . Onlar seks sırasında TESTESTERON salgıladıkları için oksitosin baskılanmaya başlıyor. Dolayısıyla bir taraf aşk iksiriyle hayallere dalarken diğer macerayı orada noktalıyor.

Oksitosin hem türk yazarlar hem de yabancı yazarlar sayesinde sık sık karşıma çıkar olunca , üstüne Aşk doktoru lakaplı Paul Zak ın TED Konferansı konuşmasını dinleyince biraz daha araştırma yapıp blogumda yazmaya karar verdim.

Tam o sıralarda Michel Reynaud un "Aşk Hafif bir uyuşturucudur " kitabını okumaya başladım. Sanırım AŞK la ilgili hayatımın en ilginç kitabını okuyorum. Aslında bu kitap bir aşk romanı değil ,  Reynaud un , ki kendisi Paul Brousse Üniversitesi Psikiyatri ve Bağımlılık Anabikim Dalı başkanı yanı  bir bilim adamının aşkı bilimsel olarak anlatması. Aşkın , alkol veya uyuşturucu bağımlılığı gibi tedavi eldilebilir olması aslında ilginç olan.Kitapta Oksitosinin aşkın gerçekleşmesini sağlayan en etkili hormonlardan biri olduğundan bhsediyor Reynaud.

Oksitosine Paul Zak ile  geri dönecek olursak " oksitosinin bütün ahlaki değerlerimizin temel taşı olduğunu söyleyebiliriz. Beyin ve kana nüfuz eden bu kimyasal taşıyıcının , ahlaki davranışların anahtarı olduğunu söyleyen Zak , burundan sentetik oksitosin vererek yaptığı deneylerin sonucunda insanların daha CÖMERT ve DUYARLI olduğunu gözlemlemiş. Ayrıca güven duygusu ve oksitosin arasında da bağlantı var. Oksitosini arttırmak için yapılması gereken şey güven işareti vermek . Karşısındakinin kendisine güvendiğini hisseden kişi oksitosin salgılıyor. Bu durumda direnişi kırılıyor ve aldatma ihtimali azalıyor. Yani GÜVEN DUYULAN KİŞİ DAHA GÜVENİLİR oluyor. Zak , hem bireysel hem de kolektif mutluluk için yapmamız gereken iki şey olduğunu söylüyor:

  • Oksitosini arttıran yollar aramak
  • Oksitosinin salımını engelleyen hormonların etkisini azaltacak çözümler bulmak.
Tüm bu bilgilere ek olarak dünyadaki insanların %5 inde oksitosin hiç bir şekilde salgılanmıyor ve bu insanlar psikopatlara benzer özellikler sergiliyorlar.
Oksitosin salgısını arttırmak için Zak ın önerdiği en kolay yöntem SARILMAK . Günde sekiz kucaklamanın oksitosin seviyemizi arttırarak bizi daha mutlu edeceğini ve her yönden iyi ilişkilere sahip olacağımızı söylüyor.
Masaj yaptırmak , dans etmek , dua etmekte oksitosin seviyesini yükselten yöntemler. Bunun dışında Facebook ve twitter üzerinden etkileşimde oksitosin seviyesini olumlu yönde etkiliyor. Yani bizi yanlızlaştırdığı söylenen sosyal medya aslında tam tersine mutluluğumuzu arttırıyor.











1 Mart 2013 Cuma

" Sarı Ay " by DOT

Yine DOT , illaki DOT ....
Bir oyuna üç kere gidlir mi demeyin , gidilirmiş.
Eğer oyuncular tarafından kapıda karşılanmışsanız ve tüm oyun boyunca kan , ter ve göz yaşına birebir tanık olmuşsanız , üçün beşin lafı olmaz artık , konu almış başını gitmiştir.
"Geliyor musun yoksa geliyor musun ?"  :)
Şimdi sizde bu yazıyı okuyup bitirdikten sonra kendinizi "Sarı Ay"a bilet alırken  , oyunu izledikten sonra ise 2.kez izlemek için  götüreceğiniz arakadaşlarınızı ararken bulacaksınız.
Açılıp kapanan dev dekorlar, aylarca çalışılmış kostümlerin falan beklentisi içinde gitmeyin oyuna. Makyaj bile yapmayan , 4 sandalye ve 1 şapkayı dekor olarak kullanan 4 oyuncu dışında bir de müzikler var.
Aygır Lee ile sessiz Leila  iki nevi şahsına münhasır gençtir. Bir takım tesadüfler sonucu zorlu bir hikayenin içinde bulurlar kendilerini ve  4 oyuncu yoğun fiziksel performans serileyerek, aynı zamanda hareketi ön planda tutup dekor yapıp, hikayedeki objelere dönüşerek bu hikayeyi anlatmaya başlarlar. Sizde dört tarafı seyirci ile çevrili bu sahnede mimiklerinizle , kahkahalarınızla, üzülmüş surat ifadelerinizle oyuna dahil oluyorsunuz.

Gizem Erdem , ibrahim Selim ,Su Olgaç ve Kaan Turgut ses tonlarını ve nefeslerini öyle güzel kullanıyorlar ki gözünüz kapalı bile izleseniz oyunu midenize yumruk yemiş gibi çıkabilirsiniz salondan.
Oyun boyunca yere göğe sığamayan tüm oyuncular sizi duvardan duvara çarpıyorlar ama bunu oyle sevimli ve cizgi film karesi gibi yapıyorlar ki ne olduğunu bi kaç gün anlamıyorsunuz.
Oyuncular kimi zaman  yerde sürünüp , kimi zaman uçarken ya da koşturup nefes nefese kalırken siz arkanıza yaslanıp rahat rahat izleyemiyorsunuz oyunu.Çünkü onlarca mekanı beraberlerinde gezdiriyorlar size.
Tiyatrocu kuzenlerden ya da arkadaşlarımdan "oyun şimdi oturdu" , " oyun otursun öyle gidelim " , "2. Sezon olmuş , gayet iyi, oturmuştur karakterler" "oyun daha oturmamıştır , o yüzden beğenmemişsindir" gibi cümleler duyarım hep . Sarı Ay ı 3. Kez izleyince "OTURMUŞ OYUN" tabirinin kelime anlamını bizzat yaşayarak öğrenmiş oldum.
Tüm oyuncular ayrı ayrı nefes kesiyorlar ama Su Olgaç ın utangaç hiç konuşmayan kızdan , anlatıcıya ordan ateşli seksi bir hatuna dönüşme halleri hayran bırakıyor. Gizem Erdem in canlı kanlı bir GEYİK e dönüşmesi ve etkileyici sesi bir kaç gün sizi dürtüklemeye devam ediyor.

David Greig in yazdığı ve 70 dk boyunca adrenalinin hep yukarda kaldığı "sarı ay" ın yönetmenide , çevirmeni de , Supernova dan oyuncu olarak tanıdığımız Pınar Töre.İbrahim Selim e oyundan önce "bu oyunun bu kadar başarılı olmasının sırrı ne ?" Diye sordum o da beni " vizyon sahibi insanlarla çok  çalışmak " diye cevapladı. Öksüzlerde de hayran kalmıştım performansına , Sarı Ay da da kaldım. Fiziksel tiyatroda başarılı olmak her yiğidin altından kalkabileceği bir iş değil bence sırf bunu nefes keserek başardığı için ayakta alkışlıyorm kendisini.

Yazan:
David Creig
Çeviren ve Yöneten:
Pınar Töre
Oyuncular:
Gizem Erdem
İbrahim Selim
Kaan Turgut
Su Olgaç
Ayşecan Tatari
Bilet ve rezervasyon için: 0212 251 45 45


21 Şubat 2013 Perşembe

Kelebeğin Rüyası

İzlediğim en güzel dönem filmiydi...

Sinematografi, afişler, ses, oyunculuklar, kurgu, kostümler, dekorlar ve senaryodaki inandırıcılık...Galası , partyleri , özenilen herşeyi ile...

Adlarını daha önce hiç duymadığımız ,genç yaşta hayata veda eden iki şairin hayatını izlerken yaşamı yakalama azimlerine, tutkularına, hayata tutunmalarına, aşklarına, gözü karalıklarına hayran olduk.Kim peki bu iki genç adam:
Rüştü Onur, 3 Ağustos 1920 doğumlu. Şair, 12 Aralık 1942'de yani sadece 22 yaşındayken hayata veda ettmiş. Muzaffer Tayyip Uslu ise 1922'de dünyaya gelmiş ve 1946'da son nefesini verdiğinde 24 yaşındaymış 

Mert Fırat oyunculuğu ile büyüledi film boyunca, karısı rolündeki Zeynep Farah Abdullah ile öpüşme sahnesi ise senelerce unutamayacağım klasik sahnelerden biri olarak kalbime kazındı. Oyunculuğu ile devleşmenin kelime karşılığını açıklar gibiydi Mert.

Yılmaz Erdoğan ise flmin içine yedirdiği ince esprileri ve detayları ile galada dediği "7 yıldır bu filmle yatıp kalkıyorum" cümlesinin hakkını sonuna kadar verdiğini kanıtlamış. Hem çok iyi bir senaryo yazarı hem de yazdığı filmi hayata olduğu gibi geçirebilen çok başarılı bir yönetmen Erdoğan.

Veremli 3 genci oynayan Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ ve Farah Zeynep Abdullah, rollerinin hakkını verebilmek için bir deri bir kemik kalmışlar. Oyle inadırıcı bir kurgunun içinde ilerliyor ki herşey Türkiye'den birilerinin boyle güzel işlere imza atmış olmasının gururu ile ayrılıyorsunuz sinema salonundan.

Gala gecesi, film, sonrasındaki şahane party .... hepsi büyülü anlardı. Kendiyle barışık , başarılı ekip hepimizi çok güzel ağırladı ve yorulmadan , bıkıp usanmadan heyecanlarına ortak ettiler.




ÖLDÜKTEN SONRA
Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan  (Muzaffer Tayyip Uslu)




18 Şubat 2013 Pazartesi

"Babamın Cesetleri" by Berkun Oya

Babamın doğum gününde "babamın Cesetleri" başlıklı bir yazı yazıyorum ... Bu tesadüf ,ya sarkastik ya ironik olacak yada hiç bi şeye bağlanmayacak , okuyup görücez....
Oyunda kendimle bağdaştırdığım sahneler çok olmasa da, dedemle de babamla da bırakın sorun yaşamayı kocaman bir aile içinde sonsuz sevgi ile büyümüş olsamda oyundaki bazı sahnelerden çok çok çok etkilendim.

Berkun Oya tüm oyunlarındaki nüanslarıyla ve kimsenin aklına gelmeyecek sıra dışı bağlamaları ile ters köşeye yatırmaları ile yine fark yarattı. Oyundan çıktığımda kulağımda can acıtan bir ninni ve "Kocaman bir ömür var önünde" cümlesi yankılanıyordu.

Bana göre en zor rol Kaan Taşaner'in oynadığı ağabey rolüydü. Hem inandırıcılığının zor olmasının hemde oyun boyunca sürekli diğer rolleri asist etmesi gerekmesinin çok başarılı bir şekilde altından kalktı.
Defne Kayalar ile aynı yoga sınıfında denk geliyoruz 2 senedir. Oyuncu olduğunu "Babamın Cesetleri" sayesinde öğrendim. Zaten Onun da ilk profesyonel sahne deneyimiymiş.Öyle inandırdı ki rolüne acaba gerçek hayatta da bu tarz bi karaktermiydi Defne diye düşündürdü beni. Defne nin şöyle bir şanssızlığı var , belki de bundan sonra tiyatro sahnesinde ağlayacak olan tüm oyuncuların ortak şansısızlığı bu :"Güzel Şeyler Bizim Tarafta" daki Öykü Karayel performansı. Dakikalarca öyle inandırıcı ağlamıştı ki Öykü ,oyundan çıktıktan sonra 
Uzun süre konuşamamıştık.  o performansın sonrasında sahnede ağlayan yada ağlamaya çalışan herkesin yerine Öykü Karayel i koyar oldum istemeden de olsa. Üzülerek itiraf etmek zorunda kalıcam ki  kimseyi onun kadar başarılı ve inandırıcı bulamıyorum. Bu oyunda da ne Öner Erkan ne de Defne Kayalar o hissiyatı o kadar yansıtabildi.
Pozitif duygulara en ihtiyacım olan bir dönemden geçiyor olmamdan olsa gerek . Ne yaşarsam neyle karşılaşırsam , içindeki en olumlu bozulmamış şeyi alıp çıkarmak istiyorum . O yüzden  oyunda çocuklarının ve karısının suçladığı adamı, gelininin kocaman yüreği ile savunması çok etkiledi beni. Aldı herkesi karşısına, ve haykırdı.
 “Acıyı ve insanı görmüş özgür bir adam ve daha şu hayatta hiçbir şeyi görmemiş, hiçbir şey bilmeyen benim güzel kızım sarıldılar ve ağladılar. İki özgür insan. Ve siz birini katil, öbürünü kurban yaptınız. Siz yaptınız!” Dedi. 

“ In your face”, “interaktif” denilen tiyatrolarda seyirciyle oyuncu arasındaki yakınlık, temas, bana her an bir şey olabilirmiş hissi veriyor. AKM tarzı salonlarda oyunu uzaktan izlerken kopuyorum sık sık.  Bana Krek sahnesi de Dot Sahnesi de seyirci ile oyuncular arasındaki en dürüst ilişki biçimini kuruyor gibi geliyor. Oyun oynanıyor, bundan kimsenin şüphesi yok, olabildiğince zekâmızı gıdıklayarak, gerçeklik kanallarımızı tam olarak ele geçirip, bizi inandırarak ve aynı zamanda da kendimizi çok rahat hissetmemizi sağlayarak.

“Babamın Cesetleri”, yine Krek’in Santralistanbul’daki salonunda, camla çevrili sahne ‘kutusu’ içinde oynanıyor. Yani Berkun Oya cam kutunun içine dört başı mamur bir ses sistemi kuruyor, seyirci oyunu kulaklıklarla izliyor. Bunu yapay bulanlar olsada bana büyülü bir tünel içindeymişim hissi veriyor. Böylelikle oyuncunun ses duyurma sorunu ortadan kalkmış oluyor, biri elma ısırsa siz onun sesini net bir şekilde duyuyorsunuz ve oyun boyunca - ki bu örnekte 2,5 saat - kendinizi yoğun bir şekilde o atmosferin içinde hissedebiliyorsunuz. Zaten Oya’nın başarısında en büyük pay, atmosfer kurma yeteneğinin. Ve tabii kuvvetli kaleminin.

Son sahne ise oyunun Berkun Oya imzası gibiydi.Ada  Dedesinin söylediği ninni ile defalarca uykuya dalmıştı, simdi sıra ondaydı . Dedesinin son ninnisini söylemek  O'na nasip olacaktı.

Oyun bitince belki cevabını bile aramadığım sorular canlandı kafamda
*** Nasıl iyi baba olunur? 
*** Erkek çocuklarının arızalarının nedeni , yanlız anneleri mi?
*** Aşkımın peşinden gidip , kocamın abisiyle bir hayat kurabilir miydim?
*** Beni çocuğumun öğretmeni ile aldattığını bildiğim kocamla aynı evde yaşamaya devam ebilir miydim?
*** o küçük kızın gecenin saat 11 inde sahnede ne işi vardı?
*** o tablo gibi veda sahnesi Berkun Oya nın nasıl aklına gelmişti ??? Helal olsundu.


2 Şubat 2013 Cumartesi

Bir oyun izledim .... "Altın Ejderha"


Dot Tiyatro oyunlarıyla izleyiciyi şaşırtma konusunu hiç es geçmiyor.Shopping&Fucking, Festen ,Super Nova ,Sarı Ay... Her biri yüzümde kocaman farklı bir ifade ile çıktığım oyunları.
Son bombaları "Altın Ejderha" ya da fazla fazla şaşırma beklentisiyle gittim... Yanılmadım...  Oyun sonrası gördüğüm herkese , üşenmeden herşeyden ne kadar etkilendiğimi anlattım.

Almanya da ,girişi Çin Lokantası olan bir apartman.

Oyunu izleyenlerin çoğuna çok uzak hayatlar.

Beş harika ve nefes kesen oyuncu. 

16 birbirinde son derece farklı karakter.

Çok  çok yaratıcı sahneler kurgusunda anlatılan ilginç hikayeler.

Hikayeden hikayeye atlarken ilk başlarda kafamın karıştığını , bu atlamaların  yorucu olduğunu düşündüm ama istediği hayatı yaşayamayan insanların çok şey anlatırken çok sert olmaları ,bana hikayede roller vermeye başlayınca işler değişti. Bazen o çinli kızı gözetleyen ve sokakta gördüğünde tasvip etmeyen burnu havada kadın oldum , bazen lokantadaki ambiyansa hayran hayran bakan mendilci çocuk belki de o hosteslerin hizmet ettiği yolculardan biri. Her nerde nasıl olduysa ben o oyunun parçası oldum.Bu yüksek enerji seviyesinde, tüm o coşkuya ortak olurken bol bol da  güldüm.

Yaşlıdan gence , kadından erkeğe, güzelden çirkine ,çalışkandan tembele tüm karakterler sürekli ters köşeye yatırdılar. Kadın oyuncuların erkek rolune   , erkek oyuncularınsa kadın rolüne bürünmeleri herşeyin üstüne tuz biber ekti.
Oyunun Yönetmeni Serkan Salihoğlu nun da dediği gibi ,büyük balık küçük balığı daima yuttu  ve biz bu hikayeler dizisinden çok etkilendik. 

Oyundan sahneler anlatmak istesemde , kafa karıştırmaktan başka işe yaramayacağını  ve yarım yamalak kalacağını düşündüğüm için vazgeçiyorum.
Zaman içinde başarısını defalarca kanıtlamış Deniz Türkali, Köksal Engür, Enis Arıkan , Ece Dizdar yine "oyunculuk bu dur abi " dedirtiyor . Yepyeni bir oyuncu olan Saim Karakale ise"nasıl ya , bu da kim , o ses tonunu nasıl da ayarlıyor öyle , o son sahnede ne yaptığını sanıyor, " dedirtip ayakta alkışlatıyor. Bu oyunda benim nacizane kazancım Saim Karakale dir , bundan sonra hiç bir oyununu kaçıracağımı sanmıyorum. 

".....
I like Chinese
I like Chinese
They only come up to your knees,
Yes they're always friendly, and they're ready to please
....."


1 Şubat 2013 Cuma

Üç Harfli Kelime....

sımsacık tanıdık bir nefes gibi çıktı karşıma...
gülümsetti
yüreğimi burktu
umutlandırdı
belki biraz da ümitsizliğe sürükledi
bu kitaptaki kırk mektup
....
"Derler ki , insan aşık olduğunda, gündelik dünyanın yanında ilerleyen yeni bir paralel evrene girermiş.Başka hiç kimsenin giremeyeceği küçük bir evrenmiş bu ; iki kişilik bir ülke, özel fanus gibi korunaklı, hiç bitmeyen bir esprinin içinde yaşarmışçasına mutlu......" Douglas Coupland

Leonard Cohen , Margaret Atwood , Hari Kunzru , Neil  Gaiman, Jeanette Winterson.... ve dahası

31 Ocak 2013 Perşembe

"Baby" in Dirty Dancing



"I'm scared of everything. I'm scared of what I saw. I'm scared of what I did, of who I am... and most of all, I'm scared of walking out of this room and never feeling the rest of my whole life the way I feel when I'm with you"

30 Ocak 2013 Çarşamba

Şükürler Olsun!


Bu gün bi arkadaşımın twitinden sonra, kendimi Edit Piaf ın hayatını okurken buldum .Anladım ki " La vien rose " da çok eksik anlatılanlar.
17 yaşında anne olmuş Piaf, Marcelle adındaki kızını 19 yaşındayken (bebek 2 yaşındayken) menenjitten kaybetmiş.
Sonra 30 larındayken, evli bir boksöre aşık olmuş,hayatının aşkı olan Marcelle i de  Paristen Ny a uçarken düşen bir uçakta kaybetmiş.....
İki Marcelle in , ikisi de zamasız ve acıyla kayıp gitmiş ellerinden...
Filmde ,sevgilisinin öldüğünü söylediklerindeki , kabullenememesi ve sahneye açılan kapıdan yüreği çıkarcasına şarkı söylemesi , ara ara gözümün önüne gelir.

Sonrası mı?
Hep hüsran , hep acı , tonla ilaç , alkol ve morfinler..... 

Yatıp kalkıp şükretmek lazım !!!!

KENDİMİZE , YANIMIZDAKİLERE  , SABAH GEREKSİZ YERE "günaydın" DEMEK ZORUNDA OLDUĞUMUZ HERKESE, ufacık sevgi duyabildiğimiz herşeye, nefes aldığımıza...